Yoga ve Zen’de Toplumsal Eleştirinin İmkanı

Ülke yönetirken senden bekleneni yap.

Savaşı beklenmeyeni yaparak kazan.

Hiçbir şey yapmadan kontrol et dünyayı.

Nereden mi biliyorum?

Buradan;

Dünyada ne kadar kısıtlama ve yasak olursa

O kadar yoksullaşır insanlar

Ülkede ne kadar uzman varsa

İşler o kadar içinden çıkılmaz olur

Becerikliler ne kadar cin fikirliyse

İcatları o kadar korkunçtur.

Ne kadar yüksek sesle bağırılırsa kanun ve düzen diye

O kadar çoğalır hırsızlar ve dolandırıcılar

O yüzden bilge önder der ki;

Ben bir şey yapmazsam insanlar başlarının çaresine bakarlar.

Ben sessizliği severim, insanlar adaleti kendileri bulurlar

Ben iş yapmazsam, insanların işleri rast gider.

Benim arzularım olmazsa, insanlar yontulmamış ağaç olur.[1]

Lao Tzu’nun Taoizm’in temel eseri olarak kabul edilen eseri Tao Te Ching, metaforlarla dolu anlam dünyasıyla okuyanı kendisini aramaya davet eder. Her okur kendi kendine oluşturduğu sorular ışığında bu metne yaklaşabilir. Her metin okurunun sorularıyla açılır ve kat kat anlam dünyalarını meraklı gözlere sunar. Hayatın anlamı, dünyanın varlığı, insanın ne olduğu, nereden gelip nereye gitmekte olduğumuz gibi ontolojik dertleri olmamış kişiler için bu tür metinler şiirsel söylemler olmaları yorumundan öteye gidemezler genelde. Tao Te Ching’de beni cezbeden en belirgin kıvrımlardan biri, sadece insan ruhunun yolculuğuna değil, onun sosyolojik ve politik bir varlık olarak dünya sahnesindeki konumuna dair söyledikleri oldu…

Aristoteles, insanın konuşan bir hayvan olmasından hareketle onun toplumsallığına ve politik varlığına vurgu yapmış ve insanı düşünen, toplumsal ve politik bir varlık olarak tanımlamıştır. İnsanı diğer varlıklardan ayıran şey, konuşma ve düşünme yetisidir. Bu yetiler, başkası olmadan yaşayamayan insan doğasının narinliğini, güce ve yeni olanaklara doğru yöneltir. Başkası olmadan yaşayamıyorum ama başkası varken de yaşamam güçleşiyor. Benim arzularım ve özgürlük alanımla başkasının arzuları ve özgürlük alanı kesiştiğinde mutsuzluk, ihlal, şiddet, dünya sahnesinde acımasız boyutlara varıyor. Adaletsizlik, haksızlık, eşitsizlik gibi kişisel ya da kolektif acıların çaresi kendi eliyle yarattığı politik sistemler gibi görülmüştür. Belki bir tek anarşistler (efendisizler) bunun dışında tutulabilir. Devlet ve onun kurumları olmadan da yaşanabileceğini, hatta devletin insan doğasına zarar verdiğini söyleyen Anarşizm’in ahlaki ve politik söylemlerine  Taoism, Zen Budizm, Beatnik Zen bağlamında ayrıca bakılabilir.

Alıntıladığım metin, Ursula K. Le Guin’in de yorumuyla sosyopolitik anlamını buluyor. Kendisini bir Taocu olarak tanımlayan Le Guin, yıllar evvel kaleme aldığı Mülksüzler (The Dispossessed) adlı romanında kurduğu Odocu Anarşist dünya ile Taoist eğilimlerini belirtmişti. Yukarıdaki şiirle ilgili şu yorumları yapmış Le Guin;

Wu Wei, yapmamak, eylemsizlik kavramının merkezindeki düşüncenin güçlü bir politik ifadesi bu bölüm. Benim korkunç dediğim şey, kelime anlamıyla ‘yeni’. Yeni            gariptir, garipse tekinsizdir. Yeni kötüdür. (Lao Tzu, değiştirmeye, özellikle ilerleme       adına değiştirmeye derinden, kesinlikle karşıdır. Iowa’lı bir çiftçi bile delişmen kalır  yanında) Tam olarak anti-entelektüel olduğunu düşünmüyorum ama zekanın çoğu             kullanımının kötücül olduğuna ve geliştirme planlarının hepsinin felaketle           sonuçlanacağına inanır. Gene de karamsar değildir. Hiçbir karamsar, insanların  başlarının çaresine bakabileceklerini ve kendi başlarına gelişebileceklerini         söylemez. Anarşistten karamsar olmaz.[2]

Modern Postmodern Geriliminde İnanç Sistemleri ve Seküler Toplum

Seküler düşünce için, John Locke’un Tabula Rasa yani insan zihni boş bir levhadır diyerek muştuladığı empirizm[3], elverişli bir metafizik ve felsefi antropoloji sunuyordu. Eğer insanın zihnini boş bir levhadan ibaret görürsek, Hıristiyanlığın insanlığa yüklemeye çalıştığı ilk günah fikrinden arınmış oluruz. Yani insan günahsız bir hale gelir. Bu da bizi ahlaken arınma ihtiyacı yüzünden inanmaya meyletmekten kurtarır. Bu hayat bir tecrübeyse bu hayatı kendim yorumlayabilir ve kendi tecrübelerimle onu işleyebilirim; Demek ki tanrı bana bu iradeyi vermiştir şeklinde bir yoruma meylederim. Bu fikirler, seküler düşüncenin tomurcuklarıdır, diyebiliriz. J.Bentham’ın faydacılığı da on dokuzuncu yüzyıl İngiltere’sinin egemen ideolojisine köşe taşı olmuştu. “Herkes istediği görüşe inanır”, “Hepimiz aynı şeyi düşünseydik dünya tuhaf olurdu”, “Dünyada çeşit çeşit insan var” gibi pub bilgelikleri bu etkinin gayri resmi tanığı olmuştu. Bütün bu olup bitenlerin altı çizilmesi gereken bir kavşağı vardı; Modern çağda filozofların tanrısıyla kitlerin tanrısı, birbirinden tehlikeli düzeyde farklı varlıklardı.  

Tanrı büyük bir zekâ ve akılsal bir varlıksa, insanda da bir katre akıl olduğuna göre onun bilgisine, doğru düşünmeyle ulaşmak mümkün olabilir. Tanrı bizi yaratırken, ona akılla ulaşabilme yetisiyle donatmıştır. Böyle bir rasyonalist idealizm, her insanı tanrıya ulaşabilme yetisi konusunda eşitler. İdealistlerin de silah doğrulttuğu yer aslında din ya da kutsal değil, ruhban sınıftır, diyebiliriz. Alman idealizmine göre mitoloji felsefileşmek, felsefe de duyulara hitap edebilmek için mitolojileşmek zorundaydı. Habermas’ın ifadesiyle “Sanat yeni bir mitoloji formunda karakterini yeniden kazanacaktır.” Hölderlin ise parçalanmış bir toplumu birleştirmek için ortak bir mitoloji ihtiyacını sürekli vurgular.[4] Felsefeyle mitolojinin evliliği, aklı sıradan insanların dünyasına taşır. Şair ya da filozofa seküler rahip statüsü verilir. Sanat ya da mitoloji kutsal birer ayinler dizgesine dönüşür. Görüldüğü gibi dini itibarsızlaştıran sistem kitleyi birleştirmek için yeni semboller yaratmaktadır. Şamanizm, Budizm, Taoizm, Yoga, Tha Chi, Feng Shui, Astroloji gibi alanlar, seküler modern toplumlar için yeniden keşfedilecek gizemli ve birleştirici ikonlar olmuşlardır.

Romantizm ve Mistisizim

           “Parlak yıldız, keşke ben de senin gibi sabit ve değişmez olabilsem,
           yalnız ihtişam içinde değil, geceleyin havada asılı
           ve izlesem, sonsuz göz kapaklarıyla
           doğanın dayanıklı- uykusuz münzevisi gibi

           hareketli sularda, saf abdest (takdis) ile görevli papaz gibi
           dünyan insan kıyılarının etrafını sarar
           ya da yeni düşmüş-yumuşak maskesine bakar
           dağlar ve kırlar üzerindeki karın
           hayır -hala sadık (sabit) ve hala değişmez
           benim sadık aşkımın olgunlaşan memesinin üzerindeki yastık
           sonsuza dek yumuşakça şişmesi ve düşmesini hissetmek için
           tatlı bir huzursuzluk içinde uyanık
           yine de hala onun yumuşak nefes alışını duymak
           ve böylece yaşamak ya da ölmeye yatmak.

John Keats

Aslında şairler, imgelerin ve aşkın aurasında tanrıyı ararlar, dersem ileri gitmiş olur muyum? “Her yerde mutluluğu ararız ve bulabileceğimiz ancak sonlu şeylerdir” der Novalis. Romantizmin her çehresinde sonsuzu arayan, özünde dinsel bir çaba varlığını korur. Buradaki arzu, koşulsuz olana yani mutlağa duyulan hasrettir. Sanat bu arzunun inceltilmesi ya da yüceltilmesi gibi yorumlanabilir. Ruhu ve tutkuyu teskin eder. Romantikler için varoluş düşünceye indirgenemez, gerçeklikle ilişkimiz düşünceyle değil duyguyla kurulur ve inançlarımız bilgimizin temelidir. Romantiklere göre uygarlık ve bilinç insanlığı doğadan koparmıştır. Kayıp cenneti geri kazanma konusunda idealistler kadar umutlu değillerdir. Tanrısallığa imgelem vasıtasıyla ulaşan şair için imgelem, inayetin seküler bir formudur. Coleridge’e göre imgelem, zıtlıkları uzlaştıran ve çelişkileri çözen şeydir. Novalis, tüm güçlerimizin ve melekelerimizin ondan çıkarılabilir olduğunu düşünür. William Blake için imgelem, insan varoluşunun yegâne sahici halidir.  İmgelem, dünyanın şeyleşmesini tersine döndürür ve ölüyü diriltir.[5]

İmgelemde hem Freud’un ‘Tanatos’undan hem de Lacan’ın ‘Gerçek’ inden bir şeyler vardır. Mesela Wordsworth’ un imgelemi bizi olduğumuz yerden fırlatıp atar, sıkıca tutunduğumuz bağlarımızdan koparır ve terk edilmiş bir halde bırakır. Wordsworth’ün şu dizelerine bakalım;

“Kendi ruhlarımızla tanrılaşırız; 
           biz şairler gençliğimizde
           mutluluk içinde başlarız işimize;
           ama sonunda ümitsizlik ve çıldırma gelir”

Romantik şair, gerçek yuvamızın dünyada değil ebediyette olduğunu hatırlatırken aynı zamanda ilahiliğin ihsanına olduğu kadar dehşetine de sahiptir.Romantik düşüncede dünyayı hiçe sayma dürtüsüyle onu dönüştürme arzusu arasında bir gerilim baştan beri vardı tıpkı dinde olduğu gibi. Romantiklerin içinde döndükleri fasit daire biraz da bu olmuştur. Romantikleri seküler kılan ama sekülerizmin dışına da atan şey, bu fasit dairede sıkışıp kalmış olmalarıdır. Yazının başında Tao Te Ching’den bir alıntıya yer vermiştim. Zen Meselleri, Mesnevi, İbn-i Arabi ve daha niceleri Batı düşüncesi ve edebiyatının romantik şairleriyle; W.Blake, Coleridge, O. Wilde, Borges, H.Cibran gibi ortak bir auranın içinden seslenirler. Adlar değişse de estetik değerin ateşini harlayan hemen her zaman aynı kayıp duygusudur. Romantikler ve mistikler için insanı bu kaybı aramaya ve telafi etmeye iten sebep sadece tanrı ya da öte alem korkusu değildir… Onlar bütün bu olup bitenlerin ardındaki anlamın peşine düşerler. Bu hiçte öyle analitik, bilimsel bir merak değildir. Çoğunlukla endişe ve yas hissiyle yönelinen bir imge arayışıdır…

Tanrı  Öldü mü?

Kimi aydınlanma düşünürleri için din bir yanılgıdır. Zaman zaman işe yarayan bir   yanılgı olsa da. Romantizm için de dinde mistik kabuğu soyulup atılması gerekenmuazzam         hakikatler vardır. Marx, Nietzsche ve Freud için din dikkatle yorumlanması gereken bir            sendromdur. Belki de belirleyici kırılma anı Nietzsche’yle gelir. O ilk gerçek ateist olduğunu  iddia eder. Kuşkusuz ondan önce de bolca inançsız insan vardır            fakat tanrının ölümünün        dehşet verici ya da ilham verici  sonuçlarıyla herkesten önce yüzleşen Nietzsche’dir. Akıl, kültür, sanat, geist, imgelem, insanlık, devlet, halk, toplum ya da bir başka sahte vekil            tanrının boşluğunu doldurduğu müddetçe yüce varlık tam olarak ölmüş sayılamaz. Ölüm           döşeğinde olabilir fakat işlerini şu ya da bu elçiye devretmiştir.[6]

Nietzsche adeta modernizmin ideolojilerini ya da Marks’ın hayaleti diyebileceğimiz ideoloji hayaletini haber verir gibidir. Eagleton, modernizmin perspektifinden, modern ve postmodern hayatın içinde tanrı imgesinin girdiği biçimlerden sıkça söz ediyor; “İnsan ta kendisi olan ürkütücü uçurumu dolduran bir fetiştir. İnkâr ettiği tanrının hakiki bir imgesidir artık”[7]. Ne kadar uygarlaşsak da tatmin olamıyoruz. Uygarlaşma sürecinde tuhaf biçimde kendini fesheden bir şeyler var. Feda edilen bir şeyler… İşte tam da bu şeyler uygarlığın huzursuzluğudur. Tanrının ölümünü bir travma, bir ıstırap olarak deneyimleyen modernizmin ardından postmodernizm bunu hissetmez bile.

Wall Strett’in bir sonu olabileceğini havsalası almayanlar Kabala’ ya inanmak   için biçilmiş kaftanlardır. Scientology’nin, ambalajlı sufizmin, hazır giyim okültizminin ve servise hazır meditasyonun ultra zenginler arasında rağbet gören  birer boş zaman eğlencesi olması ya da Hollywood’ un yüzünü Hinduizm’e dönmesi       şaşırtıcı gelmez. [8]

Batı kapitalizmi sekülerizmle birlikte köktendinciliğin de doğumuna yardımcı olmuştur. Önce tanrıyı katletmiştir sonrada yağmacı siyasetinden darbe yemiş hissedenler için bir sığınak olarak tanrıyı diriltmeye yataklık etmektedir. Geç kapitalizm, toplumsal anlam dünyasını zaafa uğratmış, kültür kan kaybından can çekişmektedir. New Age dinlerin hızla akabildiği manevi boşluk işte budur.

Kapitalizm ve Yoga

Eagleton’ın Tanrının Ölümü ve Kültür adlı eserine göndermelerle ele almak istediğim mesele şu; Kapitalizmin postmodern varyasyonlarından birinin de tek tanrılı dinlerin eski anlamını yitirişiyle yerine mitolojinin çok tanrılı inanışlarını yeni bir pazar olarak sunmasındaki iki yüzlü ve örtük kitle yönetimi… Bir yandan kiliseye gidenlerin sayısı azalırken diğer yandan radikal cemaatler mikro düzeyde bile olsa sertleşmektedir. Her geçen gün daha da fazla insanın depresyon, kronik yorgunluk, obezite, kaygı bozukluğu vb. semptomlar şeklinde baş gösteren anlam yoksunluğu, kapitalizmin elitleri tarafından bir fırsata dönüştürülmeye başlanmıştır. Che Guevera biblosuyla aynı anda tanrı Shiva bibloları üretilir silikondan… Çok tanrılı dinlerin ontolojik temeli ahlaki ve siyasi bakımdan çok sesliliğe imkan tanır tanımasına ama inancın ya da ritüelin kendisi alınıp satılan bir nesneye dönüşünce derinlerinde barındırdığı muhalif ses de kısılmış olur. Oysa Siddharta Gautama Buddha’dan, Mahatma Gandhi’ye, Hallac-ı Mansur’dan Şeyh Bedrettin’e ve daha nicelerine uzanan yollarda mistik adanmışlık, ahlaki ve siyasi sonuçları olan eylemliliklerle ilerlemiştir. Kapitalizmin Che resimleri basılı t-shirt üreten fabrikalarıyla, Namaste baskılı salon perdeleri pazarlayan mağazaları benzer bir çürümenin görüntüleridir.

Kanımca kadim bilgilerin mistik, ezoterik yorumların çatısı altında eleştirel duruşları yok edilmeye çalışılmakta, tam da sözünü ettiğimiz pazarlama nesnesi haline getirilerek muhalif sesleri kısılmaktadır. Foucault’un biyoiktidar adını verdiği kitle yönetiminin yeni icadlarından biri haline getirilmek istenen kadim öğretiler, bu çağın insanı için prozac vazifesine indirgenmeye çalışılıyor gibi görünmektedir.

Yüzyıllarca tek tanrılı dinlerin tanrının mahiyetine dair yaptığı tanımlar çeşitlilik gösterirken en dikkat çekici ve rahatsız edici tanrı tahayyülü; tanrının aşkın (transandantal) değil de, içkin olduğu şeklindeki yorumdur. Tanrının evrenle bir ve aynı şey olduğu yönündeki bu ontoloji, dinsel statüyü elinde bulundurmak isteyenlerle filozoflar veya ezoterik bilgelikler arasında gerilime neden olagelmiştir. Hallac-ı Mansur gibi ‘’En el Hak’’ dediğimizde ya da Yunus Emre gibi ‘’Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm’’ dediğimizde, tanrının insanda ve hatta diğer tüm varlıklarda tecelli eden doğasına göndermede bulunmuş oluruz. Bu yorum, tüm varlıkları birbirine eşit kılarken kimsenin kimseye kulluk edemeyeceği bir toplumsal düzeni de işaret eder. Tek tanrılı dinlerin hemen hepsinde bulunan bu ezoterik yorumlar dini ve siyasi erki elinde bulunduranlar tarafından rahatsız edici bulunmuş, kovuşturulmuş, yok edilmek istenmiştir. Derisi yüzülerek öldürülen Nesimi’ye, katledilen Şeyh Bedrettin’e, siyasi bir suikaste kurban giden Gandhi’ye kadar ‘birlik ve bütünlük’ çağrısı yapan sesler susturulmak istenmiştir. Kabala, Hıristiyan Ezoterizmi, Sufizm, Taoizm, Budizm ve Zen Budizm gibi tanrının içkin bir tanrı olduğu fikrine sahip inanışlar, doğaları gereği toplumsal normların dışında ve tehlikeli bulunmuşlardır.

Bugün Doğu mistisizmi, Zen Budizm ya da yoga denildiğinde sadece bedenin ruhun ve zihnin birleştirildiği, asana ve nefes teknikleriyle metabolizmanın şifalandırıldığı, Hindistan’a senelik ziyaretlerle meditasyon deneyimlerinin taçlandırıldığı bir new age kültür algısı, sadece dışarıdan değil içeriden de yansıtılan bir illüzyon gibi görünmektedir. Bir inanışın ya da ritüelin tarafıysam bu deneyimin sadece bir tek yönüne ortak olup devam edebilirim elbette… Yoga benim için bir sabah esnemesi, omurga sağlığım için uyguladığım pratik olarak kalabilir. Buna kimin itirazı olabilir ki? Ancak, ritüellerim kadim bilgilerin öncülleriyle uyuşmayan, hatta işaret edilen anlam ve amacın dışına çıkan, çelişen olumlamalarla dolup taşıyor ve üstüne üstlük bir de ticarileşiyorsa burada ahlaki bir sorun oluşmaz mı? ‘’Çabasız Çaba’’ olarak çevirdiğimiz ‘’Wu Wei’’ mottosunun tam olarak ne anlama geldiğini kavramadan yola düşmenin sakıncaları hakkında da meditasyon yapmak gerekmez mi mesela? Yüzyıllarca tek tanrılı dinlerin vaaz ettiği ahlak ve suçluluk duyguları enjekte edenler el değiştirmişse, rahiplerin yerini master yogiler, postmodern şamanlar almışsa en az bir kez durup düşünmek gerekmez mi?

Mistisizm ve Başkaldırı

Tanrının içkin varlığına dair yorum, kendim dediğim varlığımın başkası dediğim varlıkla ortak bir doğanın ve karşılıklı belirlenimin ürünü olduğumuza dair inançtır. Başkasını kendi varlığımın bir uzantısı, başka bir varyasyonu olarak görmekten kaçındığımda politikada bölünmüşlük, hükümetin ya da devletin halktan kopukluğu biçiminde kendini gösterir. Demokrasilerde de (kendi kendilerini yönettiklerini sanan toplumlarda) durum böyledir. İnsanlar içsel bir dönüşüm geçirmedikleri sürece siyasi teori ve pratikler toplumlara mutluluk ve refah getirebilirler mi? İnsanlar duyarlılıkla bir arada yaşamayı beceremedikleri zaman devletler yaratırlar ve devletler bizim bir arada yaşamamızı sağlamak için değil, ayrıştırmanın sürekliliği için çalışır gibidirler. Zira kendi ontolojik bütünlükleri tam da buradan; halkların bölünmüş, parçalanmış ve manipüle edilmiş arzularından kuvvet alır.

İktidar arzusunun psikanalitik kökenlerine bakılırsa, insanın yeryüzünde bir türlü huzuru ve tatmini bulamamış olmasıyla ilgili bir sapması olduğunu görebiliriz. Libidinal enerji bizi hayatta tutmak için yok etmeye götürdüğü gibi, yok etme gücünü elinde bulundurmanın hazzına da bağımlı kılabilir. İnsan yavrusu hem Freudyen hem de Lacancı yorumlarla narsistik bir kurbandır. Sevilmeye duyduğumuz açlık bizi başkasını sevmekten uzaklaştırır. Kim ve ne olduğumu bilmeden, nerede ve neden var olduğumu da anlamadan tıpkı Heidegger’in dediği gibi ‘’kendimi bu dünyaya fırlatılmış ve yaşar halde bulduğum’’ için varlığıma bir anlam bulma telaşına düşerim. Anlamı sadece yeryüzü yaşantısında; başarı, mülkiyet gibi ilişkilerim üzerinden tesis etmeye çalışırım. Yüzyıllardır muktedirlerin görevi de bu arzuları beslemek, kamçılamak, yer yer de tatmin etmek olmuştur zaten.

Tanrının tek olduğu, aşkın ve ulaşılamaz olduğu bir evren tasarımı, eşitsizliğin meşrulaştırılması için her zaman iyi bir fırsat olmuştur. Tanrının seçtiği ruhbanlar, ondan vekalet alan krallar, ahlak ve politika dersleri veren veliler, siyasi erke hizmet etmişlerdir. Tanrının içkin tasarımı ise (En el Hak, Sen O’sun, Tat Twam Asi) ki bütün mistik, ezoterik ontolojiyi buna dahil edebiliriz, siyasi gücü elinde bulunduranların rahatsız olup, görmezden geldikleri ya da kovuşturdukları bir anlayıştır. Tanrı benim içimdeyse ve senin de içindeyse o zaman ikimizi birbirimizden ayırabilecek eşitsizlikler de yok olur…

Tarih boyunca her coğrafyada kendini farklı hikayelerle gösteren zalimliklere, adalet duygusunun sarsıldığı her olayda kamusal vicdanla harekete geçen başkaldırıların, hayatın mistik yorumlarından uzağa düşmediğini görmeliyiz. Yeryüzü yaşamından elini eteğini çekip bir manastıra kapanan dervişin de yeri geldiğinde bir bidon benzini bedenine döküp kendini ateşe verdiğini hatırlayalım.[9]İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Budist metinler özellikle barışçıl temaları nedeniyle yaygınlaşmış ve Vietnam Savaşı’na karşı olan toplumsal hareketlerde yoga, meditasyon yönüyle büyük ilgi görmüştür.[10]

68 Baharı’nın mimarları Lettrist ve Sitüasyonist hareketlerin merkezileşen ve insan doğasını bozan, onu tutsak eden toplumsal yapıya getirdiği eleştiri bir yanıyla son derece naif, barışçıl, renkli ve sanat dolu bir dışavurumdu. Çiçek çocuklar, parklarda yoga ve meditasyon yapıyor, NO WAR, MAKE A LOVE ! sloganları atıyorlardı.

Bora Ercan’ın aktardığına göre, Vietnam bağımsızlığının mimarlarından efsanevi önder Ho Chi Minh hakkında şöyle bir anlatı var;[11] Bir militan, örgütlemek için gittiği küçük bir köyden geri döner ve lidere ‘’O köyde geri kafalı Budistler zamanlarını meditasyonla geçirmekteler’’ der. Ho Chi Minh ise ona ‘’Geri dön ve sen de onlarla beraber meditasyona otur’’ yanıtını verir.

O halde yogik felsefe bireyin içsel gücünü keşfederken toplumsal bağlarını da görmesini ve vicdani sorumluluğunu almasını söyler. Haksızlıklar ve zulümler bir yogi için ‘’olan iyidir’’ mottosuyla kafasını mabete gömerek yok sayabileceği meseleler değildir. Savunma sporlarının çoğunda temel felsefe, yogik bir temele dayanır. Saldıranın gücünü ona iade eden bir direnç sporu gibi yorumlanır hayat…

Şehrin merkezinde bir bomba patladığında, radikal dini gruplar sınırları terörize edip, en korkunç suçları işleyerek insanları katlettiğinde politik varlığını inkar etmek, sessiz kalmak, sorumluluk almamak sadece belirli bir süre için mümkün görünür. Yıllar evvel Ulus Baker, ‘’Vicdan tanrının son sığınağıdır’’ demişti. İçinde tanrının varlığına inanan ya da vicdanını kendine tanrı belleyen her insan er geç politik varlığının sorumluluklarıyla yüzleşir. Hint Mitolojisinin efsane metinlerinden biri olan Bhagavad Gita (Tanrının Ezgisi) kişinin toplumsal rolüne dair altı çizilecek verilerle doludur. Savaş alanında düşmanlarını öldürmek için okunu atmayı reddeden Arcuna ile Tanrı Krishna arasında geçen diyalogdan oluşur metin. Büyük Mahabharata destanının bir bölümüdür aslında Bhagavad Gita… Krishna en sonunda Arcuna’yı okunu atarak savaşa başlatmaya ikna eder. Kişi rolüyle özdeşlemeden, düşman görünenin de bir rolü olduğunu bilerek, ondan nefret etmeden ama yine tarihsel bir dönüm olarak savaşması gerekiyorsa savaşacak, ölmesi gerekiyorsa ölecektir. Hepimizin bildiği bir hikayeyi hatırlayalım; Savaş alanında bir gün Hz Ali, kılıcı çektiği düşmanı kendisine tükürünce onu öldürmez çünkü düşmanına sinirlenmiştir. Öfkeden doğan eylem, nefs olacağı için öldürme eyleminin kendisi artık kirlenecektir.

Bu dünya bir pencere ve sırası gelen bakıp gidecekse, düşmanın da sırası gelmiş bir başkası olduğunu hatırlamak, hayat olaylarını fazlasıyla ciddiye alarak kalplerimizin katılaşmasını engelleyebilir. Halil Cibran ‘’Ermiş’’ adlı muhteşem eserinde; ‘’Yaralayan yaraladığının kurbanıdır’’ demişti. Bu gibi cümleler kapalı ya da şiirsel metaforlar gibi görünebilir. Peki, hayatın bir insan icadı olan ‘’Dil’’ ile anlaşılabileceğini kim söyleyebilir? Şiirsel dil, görünmeyenin sesine kulak kabartır. Filozoflar ve şairler başka çareleri olmadığından metaforlarla konuşurlar. Zen edebiyatının hemen her türünde, hikayelerde şiirlerde ve haikularda dile gelen gerçekliğin anlaşılmasındaki güçlük, zihnin mantık arayan ve kuran doğasından kaynaklanır. Tanrının ya da tanrıların, hakikatin ya da sonsuzluğun, mutlağın ya da substratumun doğasını bizler nasıl bir dil ile anlama yeteneğine sahip olabiliriz? Kendisi sonsuz olmayan bir şey, kendisi mutlak olmayan bir şey, sonlu varlığının bir uzvu olan ‘’dil’’ ile neyi ne kadar anlar ve aktarabilir?

Wittgenstein, Tractatus’u yazdığında felsefenin dil problemlerinden daha fazla bir şey olmadığını söylemişti. 20. yy’ın Neopozitivistleri, zihnin bir oyun alanı olarak gördükleri felsefenin hakikate dair yeni ve ikna edici hiçbir şey söyleyemeyeceğini savundular. Tractatus’da şöyle yazdı Wittgenstein; Bir tümce, bir şeyin ancak nasıl olduğunu söyleyebilir, ne olduğunu değil.[12]ya da şöyle; Bir olgu bağlamının düşünülür olması şu demektir; Biz onun bir tasarımını kurabiliriz. Bir zamanlar tanrının her şeyi yaratabileceği, yalnızca mantık yasalarına aykırı bir şeyi yaratamayacağı söylenirdi-çünkü ‘’Mantıksız’’ bir dünyanın neye benzediğini söyleyemeyiz.[13]

           Zen şairi Issa şöyle diyor;

           Sabah çiyinin incileri

           Onların her bir tanesinde

           Kendi evimi görüyorum.

Bu şiir bende, zihnimin ötesinde, konumsuz alana dokunuyor. Bu alanın kapısı herkese açık elbette, yeterince sessiz kalındığında girilebiliyor. Zihnin bir maymun gibi oradan oraya zıplayan hareketlerini görüp ona ayak uydurmaktan vazgeçmek yeni bir alan açıyor. Yersiz yurtsuz, konumsuz, tanımsız, aitsiz bir çiy tanesi…

Buraya kadar çok şey söyledik birçoğunu da söyleyemedik. Okumak, sorgulamak, yazmak da zihnin faaliyetleri ve anlamak için ona ihtiyacımız var. Kelimeler olmadan düşünmek çok zor. Düşünmeden yaşamak da öyle… Sokrates, ‘’Sorgulanmayan hayat yaşanmaya değmez’’ demiş ve halk oylamasıyla idama mahkum edilmişti. Hannah Arendt II. Dünya Savaşında Nazilerin elinden son anda kurtularak Amerika’ya sığınan bir filozoftu; Yaşadıklarımız (eylemlerimiz) üzerine düşünmekten daha önemli bir şey yoktur, demişti. Bize araç olarak verilen yetileri kullanırken bulduğumuz bir gerçekliğin geçici bir yanılsama olabileceğini de düşünmek (irdelemek) gerekiyor. İbn-Arabi’nin Fusus ül Hikem’inde[14] Hüve La Hüve (Hem o Hem o değil) cümlesinden hareketle Zen mesellerinde sıkça vurgulanan ve ikili mantığı aşan varoluşun doğasına göndermelerle doludur. Çünkü bir şey ne o’dur ne de o değildir. Hem o’ dur hem o değildir zira her an her şey ötekine dönüşmektedir.

Mevlana, ‘’Ham pişmişten anlamaz, söz kısa kesilmeli vesselam’’ derken, dilin çaresizliğine de göndermede bulunmuş gibidir. Wittgenstein da Rumi ile aynı fikirde sanırım; ‘Söylenebilir olan ne varsa, açık söylenebilir; üzerine konuşulamayan konusunda da susmalı’’ diye yazıyor 1918’de.

İyi ki edebiyat var! Sayfalar dolusu kanıtlama uğraşısını birkaç cümleyle alt üst etme yetisi edebiyatın! Yoga ve Zen sadece eleştirel düşünmenin değil aynı zamanda onu yaşamanın da en renkli ve cesur pratiklerini barındırıyor. Beat edebiyatın kült eseri, Zen Kaçıkları’ndan bir alıntıyla bitirelim;

 ‘Uzat şu damacanayı da çekelim fırtımızı. Hay! Ho! Hoo!’ Japhy fırlatıyor        yerinden; ‘Whitman’ı okuyordum, bakın ne diyo; ‘Sevinin köleler, sevinin de korkutun      yaban despotlarını’ Yani tıpkı aşıkların konumu; çöllerde gezinip duran o eski zen         kaçığı ozanların; bu dünya sırt çantasıyla gezip tozan insanlarla dolacak bak görürsün;           aslında hiç istemedikleri bir sürü buzdolabı, tv, araba, son model şıkırdım arabaları,     bilmem ne briyantini, yok efendim bilmem ne deodorantı ve daha bir hafta geçmeden    çöp tenekesini boylayan bin türlü ıvır zıvırı tüketme şerefine nail olsunlar diye her       yandan gelen, çalışın iş güç sahibi olun çağrılarına, baskılara boş veren Dharma        Serserileri’dir bunlar. Tepiyorlar bu sistemi, çalış, üret, tüket, çalış, üret, tüket sistemini.         Neler düşlüyorum bakın![15]

[1] Lao Tzu, Tao Te Ching (Ursula K. Le Guin’in Yorumuyla), İstanbul; Metis Yayınları 2018 s.92

[2] Lao Tzu, Tao Te Ching (Ursula K. Le Guin’in Yorumuyla), İstanbul; Metis Yayınları 2018 s.93

[3] Empirizm; Doğru bilginin uzlaşımsal olduğunu ve insan deneyiminin bir ürünü olduğunu savunan felsefi yaklaşım.

[4] Eagleton Terry, Tanrının Ölümü Ve Kültür, İstanbul: Yordam Kitap 2014 s.85

[5] Eagleton Terry , Tanrının Ölümü Ve Kültür, İstanbul: Yordam Kitap 2014 s.139

[6] Eagleton Terry, Tanrının Ölümü Ve Kültür, İstanbul: Yordam Kitap 2014 s.197

[7] A.g.e, s.198          

[8] A.g.e, s.247

[9] Merkezi Londra’da bulunan, “Özgür Tibet” aldı insan hakları örgütü, 20 yaşındaki Tsepo ve 25 yaşındaki kuzeni Tenzin’in, Tibet’in Biru bölgesindeki köylerinde, bir kamu binasının önünde kendilerini ateşe verdiğini belirtti. Gençlerden birinin hayatını kaybettiğini, yetkililer tarafından olay yerinden uzaklaştırılan diğerinin durumunsa henüz bilinmediğini kaydeden Özgür Tibet’e göre, 1 hafta içinde kendini ateşe veren Tibetli sayısı 7’yi buldu. Son olayla Çin’i protesto etmek amacıyla geçen yılın başından bu yana canına kıyan Tibetli sayısının 60’a yaklaştığı belirtildi. (Ekim,2012) http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/diger/379406/Cin_i_protesto_etmek_amaciyla_2_Tibetli_daha_kendini_atese_verdi.html

[10] Bora Ercan, Buda’dan Hatha’ya Yoga 2.Kitap; Paloma Yayınları, İstanbul 2018 s.76

[11] Bora Ercan, Buda’dan Hatha’ya Yoga 2.Kitap; Paloma Yayınları, İstanbul 2018 s.33

[12] Ludwig Wittgenstein, Tractatus Logico Philosophicus, İstanbul; YKY 2003 s.31

[13] A.g.e s.25

[14] İbn Arabi, Füsüs ül Hikem, İstanbul; İnsan Yayınları, 2012

[15] Jack Kerouac, Zen Kaçıkları, İstanbul; Ayrıntı Yayınları 2009 s.119

PINAR NURHAN

Cevap Bırakın

E-posta aderesiniz kesinlikle yayınlanmayacaktır.