Sufizm, Animizm ve Ekoloji Açısından Nazım Hikmet Şiirinin Az Bilinen Yönleri

Dünya şiirinin önemli isimlerinden Nazım Hikmet Ran ülkemizin yakın tarihinde ve kültür yaşamında önemli bir yeri olan geniş, aristokrat bir aileden gelir. 1900’lerin başında Selanik’te başlayan ‘delidolu’ yaşamı 1963’te Moskova’da sona ermiştir. Nazım, şüphesiz ki, hala daha dünyada en çok tanınan Türk şairidir; öte yandan, döneminde de dünyayı en iyi tanıyan şairimizdir. 

Her bireyin yaşam evreleri vardır. 20 yaşındaki bir insanın düşünce evreniyle, yaşamdan beklentisiyle, yargılarıyla, kaygılarıyla 60 yaşındaki bir insanınki doğal olarak farklıdır. Hint düşüncesinde buna chaturashrama (dört evre) denir, paganlar ise bu evreleri yaşamdaki ilkbahar, yaz, sonbahar, kış olarak tanımlar. Bu evreler şairler için de geçerlidir. Şairlerin dilleri, dünyaya bakışları değişir, bu da onların şiirlerine doğrudan yansır.

Nazım Hikmet, annesiyle babasının ayrılmasından sonra bir süre dedesinin yanında kalır. Osmanlı’nın son Selanik valisi olan dedesi Mehmet Nazım Paşa bir dönem Konya valiliği de yapmıştır. Nazım Paşa çoğunlukla aruz vezninde şiirler yazan saygın Mevlevi bir şairdir. Bir şiirinin son dörtlüğü buraya alalım:

Dergah-i pir’e yüz süren ehl-i safa görür,

Sermest-i aşk bir sürü hali aşina görür,

her hecrde bir aşık-ı safvet-nüma görür,

Biz dehr-i duna yüf okuyan Mevleviler’iz.

Günümüz Türkçesiyle açıklarsak: Şeyhin dergahına yüz süren (saygı, sevgi gösteren) huzurun, saflığın varlığına sahip olur. Aşk sarhoşu (ser, baş demek; mest ise mest olmak) her duruma alışkındır. Her sayıklamada ona görünen temizliktir. Bizler aşağılık dünyayı sevmeyen Mevlevileriz.

Tasavvuf, sufilik bir tür bhakti yogadır. Temel ritüeli müzik, şiir ve danstır. Vedalardan (Eski Hint metinleri) biri olan Samaveda, şarkı (ilahi) bilgisi anlamındadır (Saman, Sanskrit şarkı demektir, Sama ise Arapçada müzik demek.) Mevlevilerin Sema ayini, az önce söylediğim gibi bir bhakti yoga uygulamasıdır.

Anadolu’da başta Bektaşiler ve Mevleviler olmak üzere diğer tarikatların da tekke edebiyatları çok zengindir. Ne yazık ki, bu edebiyat günümüzde sadece tarihsel bir değerdedir.

Şairimiz Nazım Hikmet’in ilkgençlik dönemi olan 1910’lu yıllar bir yandan büyük bir imparatorluğun 1820’lerden itibaren parçalanma, diğer bir yandan da Birinci Dünya Savaşı yıllarıdır. Nazım’ın bu yıllarda yazdığı şiirlerde vatanseverlik, milliyetçilik gibi duygular önplandadır. ‘Gel ey imanlı gençlik, gel ey beklenen gençlik! / Gel ki Anadolu’da senin bükülmez, çelik / imanına, azmine ümit bağlayanlar var.’ Şiiri buna bir örnektir.

Dedesinin sufi sohbetlerinden ve şiirlerinden etkilendiğini bütün bir Nazım Hikmet şiirindeki ses ve ritm olgusundan anlayabiliyoruz. Şiir formunu, tekniğini kısacası altyapıyı bu çok iyi bir şekilde kurmuş olan Nazım daha sonra bu bilgilerini, yeteneğini dünya şiiri formları, coşkun kişiliği ve felsefi düşünceleriyle harmanladığında ortaya büyük bir külliyat çıkmıştır.  

Aşağıdaki şiir de Nazım’ın Konya’da bir dergide yayımlandığında ilk başta dedesinin yazdığı sanılan dizeleri… Arkadaşları tarafından tebrik edildiğinde, dedesi bu şiirin hece vezniyle yazıldığını, kendisinin yazmadığını söyler, Nazım da şiiri hafızadan okuyarak kendisinin yazdığını itiraf eder.

Sararken alnımı yokluğun tacı
Silindi gönülden neşeyle acı
Kalbe muhabbette buldum ilacı
Ben de müridinim işte Mevlana


Edebe set çeken zulmeti deldim
Aşkı içten duydum, arşa yükseldim
Kalpten temizlendim, huzura geldim
Ben de müridinim işte Mevlana

Nazım, yakın dostu Vala Nurettin’le Ankara’ya giderken İnebolu’da karşılaştıkları Spartakistlerden çok etkilenir. Bu etkilenmeyle Ekim Devrimi sonrası Moskova’sına gider, orada eğitim alır. Yeni bir dil öğrenmek, bambaşka bir coğrafyada, bambaşka bir kültürde yaşamak onun düşünce sistemini de değiştirecektir.

Türkiye’ye döndükten sonra yaşamının büyük bir kısmını hakkındaki siyasi suçlamalarla ve hazırlanan komplolarla hapishanede geçirmek zorunda kalır. Hapishanede edebiyatımıza büyük eserler katar.

O döneme dek alışık olunmayan rubai formunda diyalektik materyalist şiirler Türk edebiyatına ilk kez Nazım’la girer. Bu noktada Mevlana ile bir hesaplaşma da söz konusu olacaktır:

Bir gerçek âlemdi gördüğün ey Celâleddin, heyûlâ  filân değil,
uçsuz bucaksız ve yaratılmadı, ressamı illetî-ûlâ filân değil.
Ve senin kızgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi :
«Suret hemi zıllest…» filân diye başlayan değil…

Buradaki anahtar ifade ‘suret hemi zıllest’tir. Bu ifade, bir yanıyla Platon’un mağara alegorisine bir yanıyla da Hint felsefesinin Maya perdesine işaret eder. Görünen her şey surettir…

İlleti ula, ilk neden, ‘arche’ demektir, heyula da burada kanımca iki anlamda kullanılır, biri korkunç hayal bir de yine maddenin ilk hali, bir tür ilk neden. Burada İslam felsefesi ile Aristoteles ve Antik Yunan Felsefesi arasında bir bağa gönderme vardır. Bir de burada Nazım’ın sufi terimlerle Mevlana’ya karşı gelmesi de dikkat çekicidir.

Nazım aynı zamanda, o devir için insana çok yabancı olabilecek konuları da şiirine taşır.

Beni en çok etkileyen rubailerinden biri:

Lahana, otomobil, veba mikrobu ve yıldız
hep hısım akrabayız.
Ve ey güneş gözlü sevgilim, ‘Cogito, ergo sum’ değil
bu haşmetli ailede varız da düşünebilmekteyiz…

Bugünkü bilimsel verilerle bakıldığında atomaltı parçacıklarıyla, evet, hepimiz akrabayız ve her şey de birbirine bağlı. Haşmetli aile denense ekosistemden başka bir şey değil. Descartes’in ünlü sözü düşünüyorum öyleyse varım’ı ailenin bir bireyi olarak ortaya koyar şair ve kanaryasına şunları söyler:

Aramızda sadece bir derece farkı var,
işte böyle kanaryam,
sen kanatları olan, düşünemeyen kuşsun,
ben elleri olan, düşünebilen adam…

Aşağıdaki rubainin de atomist felsefeyle yazıldığını söyleyebiliriz. Nazım her ne kadar Mevlana’ya ve birçok inanç sistemine reddiye içeren şiirler yazsa da bu şiirleri panteist ya da animist bir gözle okumanın da mümkün olduğunu düşünüyorum. Şiirde geçen yuğrum kelimesi bugün pek bilinmez, teknede yoğrulan hamur anlamındadır. Yani yoğurulmalı farklıdır ama hamur, yani bir tür ‘arche’ aynıdır.

Ne nurdan
              ne çamurdan,
sevgilim, kedisi ve kedinin boynundaki boncuk
yuğrumlarındaki farkla hepsi aynı hamurdan…

Nazım döneminin dünya sorunlarından uzak bir şair değildir, tam tersi, yine bugünkü iklim krizlerini 1950’lerde fark etmeye başlamış ve şiirlerine konu edinmiştir.

Umut adlı şiirinin bir bölümü şöyle:

işler atom reaktörleri işler
yapma aylar geçer güneş doğarken
ve güneş doğarken ölür bir çocuk
ölür bir japon çocuğu hiroşima’da
on iki yaşında ve numaralı
ve ne boğmacadan ne menenjitten
ölür bin dokuzyüz elli sekiz de
ölür bir japon çocuğu hiroşima’da
dokuzyüz kırkbeş’te doğduğu için

ve

STRONSİUM 90

Acayipleşti havalar,

bir güneş, bir yağmur, bir kar.

Atom bombası denemelerinden diyorlar.

Stronsium 90 yağıyormuş

                        ota, süte, ete,

                        umuda, hürriyete,

                        kapısını çaldığımız büyük hasrete.

Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm.

Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,

ya dünyamıza inecek ölüm.

Sonuç olarak,

Şairler geleceği görürler, duyarlar, sezerler. Düşündüklerini yaşamakta, kağıda aktarmakta cesurdurlar. Kurşuna dizilen Lorca, sürgünde yaşayan Neruda… Nazım da döneminin büyük şairleriyle benzer kaderi paylaşmıştır. Türk şiirine, her ne yazarsa yazsın çok şeyler katmıştır. Şairlere ideolojik anlamlar yüklemek şiirlerine gölge düşürür, her ne kadar şairler bunu kendileri yapsa da bakışımda öncelik onların iyi bir şair olup olmamasındadır. Nazım ideolojisinden dolayı değil şiirlerinden dolayı bir dünya şairidir.

BORA ERCAN

Cevap Bırakın

E-posta aderesiniz kesinlikle yayınlanmayacaktır.